1 Eylül Dünya Barış Günü, dünya çapında barışın, kardeşliğin ve adaletin savunulduğu bir gün olarak kutlanır. Ancak bu yıl, barışın ve huzurun simgesi olması gereken bu özel günde, insanlık vicdanını derinden sarsan bir olay yaşandı. İstanbul’da bir Kürt vatandaş, sadece Kürtçe konuştuğu için 12 kişilik bir grubun saldırısına uğradı ve kalbine saplanan bıçakla hayatını kaybetti. Barışın ve hoşgörünün kutlanması gereken bir günde, bir dilin ve kimliğin hedef alınarak böyle bir vahşetin yaşanması, toplumsal barışa ve birlikte yaşama kültürüne ağır bir darbe vurdu.
Dil Üzerinden Kurulan Sistematik Baskı
Bu olay, Türkiye’de yıllardır süregelen dil, kimlik ve kültür üzerindeki baskının acı bir yansımasıdır. Kürtçe konuşan insanların sürekli olarak ayrımcılığa uğradığı, dışlandığı ve baskılandığı bir ortamda, barıştan söz etmek mümkün müdür? Kürtçe konuşanların halay çektiği için gözaltına alınması, mecliste Kürtçe konuşan siyasetçilerin mikrofonlarının sesinin kısılması ve Kürtçenin “bilinmeyen dil” olarak kayıtlara geçirilmesi, bu dilin ve kimliğin nasıl sistematik olarak yok sayıldığını ve düşmanlaştırıldığını gösteren örneklerden sadece birkaçıdır.
Bu tür uygulamalar, dilin, kimliğin ve kültürün bir tehdit olarak algılandığı, baskılandığı bir atmosfer yaratıyor. İstanbul’da yaşanan bu trajedi, Kürtçenin sürekli olarak baskılandığı ve hor görüldüğü bu ortamın bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bu, dil üzerinden kurulan baskının ne kadar derin ve yaygın olduğunu ortaya koyuyor.
Kürtçenin Suç Sayıldığı Bir Ülkede Barış Arayışı
Kürtçe, bu toprakların en kadim dillerinden biridir; bu dilin konuşulması, korunması ve geliştirilmesi bir insan hakkıdır. Ancak ne yazık ki, Kürtçe konuşan insanların sürekli olarak tehdit edildiği, saldırıya uğradığı ve hatta öldürüldüğü bir toplumda yaşıyoruz. Bir dilin konuşulmasının, bir kimliğin yaşatılmasının suç sayıldığı bir yerde, barış nasıl tesis edilebilir?
Kürtçenin yok sayıldığı, baskılandığı ve tehdit olarak görüldüğü bir ortamda toplumsal barışın inşası büyük bir zorlukla karşı karşıya kalıyor. Bugün, bir bireyin yaşamını yitirmesiyle birlikte, barışın ve insanlığın kalbine saplanan bir bıçak yarasından bahsediyoruz. Bu bıçak, sadece bir bireyi değil, toplumu derinden yaralayan bir saldırıdır.
Barış ve Adalet Mücadelesi Dil Üzerinden Verilmeli
Barışın gerçek anlamda var olabilmesi için, herkesin diline, kimliğine ve kültürüne saygı gösterilmesi şarttır. Bir insanın kendi anadilinde konuşması, kendi kimliğini ifade etmesi bir tehdit olarak algılanmamalı; tam tersine zenginlik olarak kabul edilmelidir. Kürtçenin meşru bir hak olarak tanındığı, insanların özgürce bu dili konuşabildiği bir toplumda barışın gerçek anlamda tesis edilebileceğine inanıyorum.
Ancak bugün, barışın bu coğrafyada ne denli kırılgan olduğunu bir kez daha acıyla hatırlıyoruz. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yaşanan bu saldırı, bizi daha adil, daha kapsayıcı ve barışçıl bir toplum inşa etme konusunda yeniden düşünmeye zorlamalıdır. Barış, sadece silahların susması değil; aynı zamanda dilin, kültürün ve kimliğin özgürce yaşandığı bir ortamın sağlanmasıyla mümkündür.
Barış İçin Yeniden Başlamak
Bu acı olay, barış için yeniden başlamamız gerektiğini gösteriyor. Toplumsal barış, ancak ayrımcılığa ve düşmanlığa karşı birlikte mücadele ederek sağlanabilir. Kürtçenin, diğer tüm diller gibi, bu toprakların bir zenginliği olarak kabul edildiği, her bireyin haklarının ve onurunun korunduğu bir toplumda barış gerçek anlamını bulabilir. Bugün, bu bıçak yarasını iyileştirmek ve insanlığın kalbine barış tohumları ekmek zorundayız. Çünkü en kötü barış bile, en haklı savaştan iyidir.
İnsanlık adına utanç verici bir olay
Kaleminize sağlık
unutulmamalı ki, hakikat; adaleti, özgürlüğü ve insan onurunu savunmaktır. İnsanları millet, dil ve kültür üzerinden ayrıştırmanın ötesinde, bu farklılıkları kabul etmek, Allah’ın yarattığı çeşitliliğe saygı göstermektir. Adalet, yalnızca evrensel değerlerle değil, yerel kimliklere ve haklara da saygı gösterildiğinde tam anlamıyla tecelli eder.”
Yazar söylenmesi gereken içimizden geçen her şeyi yazmış bize düşen de bunu yapanları şiddet ve nefretle kınamak tır Yapılan bu zulümleri unutmamaktır
Yazar anlatmış ama galiba yeterince ses çıkaramadık her yapılan haksızlık gibi Buda unutuldu