Bir şehir büyüdüğünde, bu her zaman bir umut mu taşır? Yeni yollar, yükselen binalar, parlayan vitrinler… İlk anda kulağa bir çağdaşlık masalı gibi geliyor. Ama bazen şehir genişlerken, içinde yaşayanlar daralıyor. Adımlarımız sıkışıyor, bir ağacın gölgesine sığınacak vakit bulamıyoruz, kendimize ait bir anı kalabalıkta yitiriyoruz.
Van da büyüyor. Telaşla, dağınık, sanki nereye koştuğunu bilmeden. Bu büyüme, bir planın izinden çok, tesadüflerin gölgesinde şekilleniyor.
Ben bu şehirde yürümek istiyorum. Kaldırımlarda özgürce, bir çınarın serinliğine dokunarak, adımlarımı korkusuzca atabileceğim bir yol düşlüyorum. Ama her adımda bir engel: Kaldırımların yarısı kafelerin tenteleriyle örtülmüş, masa sandalyeler yolları zapt etmiş. Bir restoran, bir dükkân, bir başka işletme derken, yaya yolu diye bir şey kalmamış. İnsanlar yan yana değil, tek sıra, bir labirentin içinde kaybolmuş gibi yürüyor.
Soru yankılanıyor: Bu bir şehir mi, yoksa herkesin kendi küçük krallığını kurduğu, karmakarışık bir alan mı?
Binalara bakıyorum. Ne ahenk var ne uyum. Her yapı kendi türküsünü söylüyor, ama bir türlü bir nakarat bulamıyor. Cepheler birbirine yabancı, renkler gözü yoruyor. Sanki mimari değil, rastlantılar yükseliyor Van’da. Oysa bir şehir, yalnızca beton yığınlarından ibaret olmamalı. Onun bir ruhu, bir kimliği, bir hikâyesi olmalı. Ama Van, her geçen gün o hikâyeyi biraz daha unutuyor.
Büyükşehir mi dedik? Yoksa büyük bir kasaba mı bu? Depremin öncesini, büyükşehir ilan edildiği o günleri hatırlıyorum. Van, insan yaşamına uyum sağlayan, estetik bir kentti. Sokaklar, caddeler, evler… Hepsi birbiriyle konuşurdu. Şimdi ise roller tersine döndü. Daralan sokaklara, caddelere, hatta evlere hapsolduk. Kent bize değil, biz kente ayak uydurmak zorunda kaldık. On yılda her şey değişti. Belki de “büyükşehir” demek için acele ettik. Düşünün, köylerde bile evler, komşuların rızası ve huzuru düşünülerek inşa edilir. Peki, bunca kurumun, yönetimin, hatta cezaların olduğu bir büyükşehirde, mimarinin kurallara uyması bu kadar zor mu olmalı? Ya da “eğitimli” insanların ortak yaşamı daha çok önemsemesi gerekmez mi? Sorular birikti, ama cevaplar net: Mimarından yöneticisine, ortak geleceği düşünen pek az insan var.
Peki, ne yapmalı?
Önce şunu hatırlayalım: Bu şehir bizim. Van, binalardan, yollardan ibaret değil; insanlarıyla, hatıralarıyla, hayalleriyle yaşıyor. Eğer biz burada nefes alamıyorsak, bu kent de ruhunu yitirir.
Kaldırımların işgali bir kader değil, bir tercih. Bu tercih, denetimle, kararlılıkla, hepimizin ortak çabasıyla değişebilir. Yerel yönetimlere büyük görev düşüyor, ama esnafından yayasına, hepimiz bu bilinçle hareket etmeliyiz. İmar politikalarında cesur adımlar atılmalı. Mesela, “cephede nizam” denen bir kavram var. Teknik gibi dursa da, bir kentin estetik bir hikâye anlatması demek. Binaların cephelerinde uyum, gözü yormayan bir düzen.
Nasıl olacak?
- Binalar aynı yükseklikte planlanmalı. Kaçak katlara göz yumulmamalı, caydırıcı cezalar uygulanmalı.
- Ana caddelerde cepheler, sade ama zarif bir renk paletiyle birleşmeli.
- Yaya yolları kimsenin mülkü değil. İnsanlar özgürce yürüyebilsin, bir bankta soluklansın, kenti yaşasın diye düzenlenmeli.
- Van’ın tarihi dokusu korunmalı, yeni yapılar eskiyle barışmalı. Gölün mavisi, kalenin gölgesi, kentin ruhuna işlenmeli.
- Yeşil alanlar çoğalmalı. Ağaçlı yollar, göl kenarında parklar, kentin nefesini açmalı.
- Şehir planlamasında halkın sesi duyulmalı. Mahalle toplantıları, dijital platformlar, insanların kentine sahip çıkmasını sağlamalı.
Eğer bu hızla betonlaşmaya devam edersek, geriye sadece gri bir manzara kalır. Ne geçmişin izleri ne geleceğin umudu görünür olur. Van, doğasıyla, insanıyla, tarihiyle eşsiz bir kent. Onu yaşanabilir kılmak, korumak, güzelleştirmek bizim elimizde. Ama eğer şimdi harekete geçmezsek, bu yükselen şehirde bir gün kendimize yer bulamayabiliriz.
Van, Mezopotamya’nın kadim topraklarında, medeniyetlerin kesişim noktasında bir mücevher. Mezopotamya uygarlıklarından Urartulara, günümüze uzanan zengin bir mirasla şekillendi. Van Kalesi’nin heybetli taşları, Hüsrev Paşa Camii’nin zarif kemerleri, Eski Van evlerinin tüf taşından avlulu yapıları, bu kentin tarihini fısıldar. Diyarbakır’ın surları, Mardin’in taş evleri, Urfa’nın mistik dokusu nasıl tarihle barışık bir estetik sunuyorsa, Van da gölü, kaleleri ve asırlık hikâyeleriyle bu eşsiz mirası taşır. Yöneticiler sıkça Eski Van evlerini yeniden inşa etmekten bahsediyor, ancak bu, maliyet ve modern kentleşme baskısı nedeniyle çoğu zaman bir hayal olarak kalıyor.
Bunun yerine, Van’ın mimari mirasından ilham alan gerçekçi adımlar atılabilir. Mevcut tarihi yapılar, Hüsrev Paşa Camii gibi restore edilerek korunabilir; yeni binalar, tüf taşından sade cepheler, kemerli pencereler veya avlulu planlarla geleneksel estetiği modernize edebilir. Van Gölü kenarında, bu mirasa saygılı parklar, kültür merkezleri veya yaya alanları tasarlanabilir. Yerel halk ve mimarlar, kentin taş işçiliği ve doğayla uyumlu mimari belleği hakkında bilinçlendirilirse, Van’ın ruhu yeniden canlanabilir. Bu kenti, geçmişine yakışır bir geleceğe taşımak, hepimizin ortak borcu. Van’ın tarihi mirasını imara kurban etmeyelim.